Mustafa KALABALIK'ın Köşe Yazısı
Her canlı, doğar, büyür, gelişir ve ölür.
Kimilerinin yaşamı büyüyüp gelişmesine, yaşlanmasına fırsat bulamadan kelebekler gibi birkaç dakika sürer ve ölür, kimilerinin ise yıllar sürer...
İnsanın yaşam süresi, yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler ölçüsünde yaradan tarafından adeta kredilendirilerek kendisine tanınmış olmasına rağmen, bilerek veya bilmeyerek pek iyi kullanılamaz.
Halbuki “zaman”, insanoğlunun sahip olduğu en değerli kredisi, en önemli zenginliğidir. Aynı zamanda da içinde hapsolduğu kafesi.
“Akıp giden zaman içinde bir kafesteyim” diyor Hz.Mevlana Mesnevi'de.
Keşke herkes kendisine tanınmış olan asıl zenginliklerinin farkına varabilmiş olsa!
Sahip olduğumuz tüm kaynaklar arasında en az anlaşılan, en yanlış yönetilen ve en fazla boşa harcanan kaynak, “zaman”dır.
Zamanımızın hayatımızın anlamı, vazgeçilemez en önemli unsuru olduğunu keşke anlayabilsek...
Eğer yaşamayı gerçekten seviyorsak, zamana yeterince önem vermeliyiz.
Hoşlandığımızı, hoşlanmadığımızdan,
Çabuk bitebilecek olanı, uzun sürecek olandan,
Kolay olanı, zor olandan,
Bildiğimizi, bilmediğimizden,
Acele yapılması gerekeni, önemli olandan,
Başkalarının istediklerini, kendi seçtiklerimizden daha önce yapmak,
zamanı doğru kullanmamızı engelleyen alışkanlıklarımızın bazılarıdır’.
Hepimizin sorunlarının en önemli kısmını, eksiklerimizin, arızalarımızın olduğunu fark etmekle başlamamız oluşturmaktadır.
“Zaman”da böyle bir şeydir işte.
Yenmez, içilmez ki “tadına varasın”...
Sesi yoktur ki “duyasın”..
Eli, ayağı yoktur ki bir yerinden “tutasın”..
İnsanın yaşam kredisinden düşülen “zaman”ın, yerine konması, geri döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması, satın alınması mümkün olmayan bir kaynak olmasına rağmen, maalesef ki aynen diğer kaynaklar gibi tüketmeye devam ediyoruz...
Halbuki, hayat hiçbirimiz için sürekli değildir...
“Zaman Kumbarası” yoktur ki para biriktirir gibi biriktirebilelim, borç alabilelim, borç verebilelim...
Oysa tüm zamanımız, bizler bilmesek de sayılıdır.
Mezarlıklar, bu dünyada bitirmedikleri, bitiremedikleri, yarım kalmış yığınla da işleri olan vazgeçilmez insanlarla doludur.
Marifet ise ince çizgiye anlayabilmekte ve uygulayabilmekte, en azından uygulamaya çalışmakta...
*
Evet kıymetli dostlar. Bu yazımı yaklaşık on dört yıl önce yazmışım.
Kendi zaman kumbaramı bazen açmaya, neler yapmışım, neler hayal etmişim, neleri planlamışım, neleri gerçekleştirmişim, neleri başaramamışım, hangi konularda neler yazmışım, neler değişmiş neler değişmemiş diye bakıyorum, bugün ile kıyaslıyorum.
Zaman zaman aynı veya benzer yazılarımı da, hoşgörünüze sığınarak tekrarlıyorum tabii.
Hani derler ya; “Başta dönüp koşan nice bilgiler, nice hünerler vardır ki, insan onunla baş olmak isterse, baş elden gider. Başının gitmesini istemiyorsan ayak ol.”
Ne baş olmak ne de ayak olmak da başka bir tercih tabi ki.
Hülasa; ‘Ne kadar zorsun ahir zaman. Ne dost belli, ne de düşman...’