Tuğrul Gök'ün köşe yazısı

Sizi Amerika’nın kalbine, o muhteşem coğrafyaya, Yellowstone’un vahşi güzelliğine götürmek istiyorum. Hani o belgesellerde hayranlıkla izlediğimiz, dumanı tüten gayzerleri, sonsuz ovaları ve heybetli dağlarıyla adeta yeryüzünün bir mucizesi olan parka… Ama bu kez, bu doğal cennetin derinliklerinden yükselen sessiz bir çığlığı, bir zamanlar yankılanan ulumaların artık sadece birer fısıltıya dönüştüğü bir hikayeyi anlatacağım size.

Bundan yaklaşık bir asır önce, Yellowstone’un vadilerinde güçlü ulumalar yankılanırdı. Sürü halinde avlanan, doğanın dengesinin vazgeçilmez parçası olan kurtlar… Onlar, bu toprakların hakimiydi. Kendi ekosistemlerinin efendileriydiler. Ama insanoğlu geldi. “Medeniyet” dedikleri tek dişi kalmış  canavar, doğanın karmaşık dengesine hoyratça müdahale etti. Kurtlar “zararlı” ilan edildi, avlandı, yok edildi. Yellowstone sessizleşti.

Peki sonra ne oldu? Doğa, intikamını yavaş ama acımasız bir şekilde aldı. Kurtların yokluğu, otobur popülasyonlarında patlamaya neden oldu. Geyikler, parkın bitki örtüsünü amansızca talan etti. Nehir kıyıları çıplak kaldı, biyoçeşitlilik azaldı. Doğa, bir orkestranın en önemli enstrümanı susturulunca çıkan ahenksizliği acı bir şekilde deneyimledi.

İşte tam bu noktada, bir umut ışığı belirdi. 1990’larda, bilim insanları ve doğa severler, bu sessiz çığlığa kulak verdiler. Kurtlar, ait oldukları topraklara geri getirildi. Ve mucize gerçekleşti. Kurtların dönüşüyle birlikte, Yellowstone adeta yeniden canlandı. Geyik popülasyonları kontrol altına alındı, otlama alışkanlıkları değişti, nehir kıyıları yeşillendi, kunduzlar geri döndü, hatta akarsuların yatağı bile değişti. Doğa, kaybettiği dengeyi yavaş yavaş yeniden kuruyordu.

Şimdi gelelim meselenin o hafif komplo teorisi tadındaki kısmına… İnsanoğlu, bir zamanlar yok ettiği bir türü geri getirerek doğanın dengesini yeniden sağlamaya çalıştı. İyi niyetli bir çaba, takdire şayan bir adım… Ama ya bu sadece bir illüzyonsa?

İşte tam burada, o ilginç proje, “Ulu Kurt Projesi” devreye giriyor. Nesli binlerce yıl önce tükenmiş olan Ulu Kurtları, genetik mühendislik yoluyla yeniden hayata döndürme çabası… Tıpkı meşhur film Jurassic Park’ta bilim insanlarının kadim DNA’larla dinozorları yeniden yaratmaya çalışması gibi… Belki de bu proje, Yellowstone’daki o ilk hatanın, o hoyratça müdahalenin bir sonucu.

Düşünsenize, binlerce yıl önce yaşamış ve insanlar gelmeden dünyayı terk etmiş bir türü, modern bilimin imkanlarıyla geri getiriyoruz. Amacımız, günümüzdeki kurt popülasyonlarının genetik çeşitliliğini artırmak, belki de ekosistemlere yeni bir denge getirmek… Belki de “tanrı” rolü oynamaya çalışırken, Pandora’nın Kutusu’nu yeniden açıyoruz.

Yellowstone’un sessiz çığlığı hala kulaklarımızda yankılanıyor. Ulu Kurtların derin ulumaları ise, geleceğe dair belirsiz bir melodi gibi içimizi ürpertiyor. Doğa, kendi dengesini milyonlarca yıldır kusursuz bir şekilde kurmuşken, biz insanoğlu, bu dengeyi bozup sonra da “düzeltmeye” çalışırken ne kadar ileri gideceğiz?

Yoksa daha karanlık, daha ürkütücü bir amaç mi var bu projede? : Mükemmel askeri genetik olarak elde etme çabası…

insanlığın daha karanlık, daha kontrolcü bir dürtüsü mü bu projeye yön veriyor?

Düşünsenize, binlerce yılın evrimiyle şekillenmiş, doğanın zorlu koşullarında hayatta kalmayı başarmış bu güçlü yaratıkların genleri… Acaba bu genetik miras, sadece ekosistemleri dengelemek için mi inceleniyor? Yoksa birileri, bu genetik potansiyeli daha “kullanışlı” amaçlar için mi değerlendiriyor? Mükemmel avcılar, dayanıklı bünyeler, eşsiz hayatta kalma yetenekleri… Bu özellikler, sadece doğanın dengesi için mi önemli? Ya birileri, bu genetik kodu çözüp, onu kendi “mükemmel” yaratımlarını inşa etmek için kullanmayı hayal ediyorsa?

İşte burada, o ürkütücü paralellik beliriyor. Nasıl ki Yellowstone’daki kurtların yokluğu ekolojik bir dengesizliğe yol açtıysa, belki de insanoğlunun doğanın genetik kodlarıyla oynaması, çok daha büyük, öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Ulu Kurt Projesi’nin laboratuvarlarında, sadece nesli tükenmiş bir türün yeniden doğuşu mu planlanıyor? Yoksa, geleceğin savaş alanlarında boy gösterecek, genetik olarak “üstün” askerlerin prototipleri mi şekilleniyor?

Bu sadece bir komplo teorisi mi, yoksa insanlığın karanlık dehlizlerinde yankılanan bir fısıltı mı? Bilemiyorum.

Belki de yapmamız gereken, doğanın kadim bilgeliğine saygı duymak ve kendi hırslarımızın karanlık labirentlerinde kaybolmamaktır. Aksi takdirde, Yellowstone’un sessiz çığlığı, sadece doğanın değil, insanlığın da sonunu fısıldayabilir. Ve o zaman, ne Ulu Kurtların gizemli ulumaları, ne de genetik mühendisliğin en karanlık hayalleri bize yol gösterebilir.