Fatıma Nur Uçar'ın köşe yazısı

Ders seçimine uyandığımız bir sabahtı. Hepimiz, ders seçme yarışına girmişken, birden telefonlarımıza “Deprem oldu” bildirimi düşmüştü. O an, durumun ciddiyetini tam olarak kavrayamamış, ders kapma telaşına devam ediyorduk. Telaş sona erdikten sonra sosyal medya hesaplarımıza girdik ve gördüklerimiz karşısında donakaldık. Hemen ekran başına geçip olan biteni anlamaya çalıştık. 11 il nasıl bu hale gelmişti? Bizler, depremi yaşamış Kocaeli’nin çocuklarıydık. O acıları, çığlıkları ve çaresizliği en derinden hissettik. Bir an önce bir şeyler yapmalıydık. Yardım toplama alanları belirlenir belirlenmez, poşetleri nasıl doldurup götürdüğümüzü hatırlamıyorum bile. Bir nebze de olsa, yüreğimizin yangınını dindirmek umuduyla koşmuştuk. Karınca misali... Herkes kenetlenmiş bir amaç için çabalıyordu. Hayatımızda hiç konuşmadığımız, tanımadığımız insanlara evlerimizi açıyorduk. Belli ki, ezelden aşinaydık birbirimize.

Sonra üniversiteler uzaktan eğitime geçti ve yurtlar depremzedelere açıldı. Hayatın acı gerçeği, bir tokat gibi vurdu yüzümüze. O dersler, ders seçme yarışında deprem bildirimini göremediğimiz dersler artık hiçbir anlam taşımıyordu. Dünya telaşını, ölümler durdurmuştu. Sahi, biz ne zamandır böyle bencildik? Silkelendik, kendimize geldik. Yurtlarımıza misafir gelenleri en iyi şekilde ağırlamamız gerekiyordu. Çocuklara oyuncaklar, büyüklerimize çiçekler götürdük. Ziyaretlerimiz arasında bir küçük ses “Doğum günüm deprem günüydü” dedi. Pastalar yapıldı, hediyeler alındı. Tüm çocuklara doğum günü sürprizi hazırlandı. Gözlerindeki ışıltı, bizlere umut oldu. Deprem görmüş Kocaelispor taraftarları, yurtlara geldi, bir ellerinde atkı, diğerlerinde pamuk şeker vardı. Hodri Meydan! Sahi ya, racona ters değil miydi ellerde pembe pamuk şekerleriyle gezmek? Çocuklarla çocuk olup pamuk şekerlerini dağıttılar. En delikanlıca, en mertçe… İçimizdeki yangın dinmiyordu. Gidip deprem bölgesinde kalan diğer çocuklara, büyüklere ulaşmak istiyorduk.

Ve beklenen gün geldi, telefonum çaldı… 1 saat sonra Hatay’a çocuk çadırına otobüs kalkacağını ve boş yer olduğunu söylediler. Evde kimse yoktu. Hızla çanta hazırlamaya koyuldum. Ailemi aradım; “İçimizdeki yangını söndürmek için ben Hatay’a gidiyorum, hakkınızı helal edin” dedim. Ben onların kıymetli kızıydım. Kilometrelerce uzakta deprem bölgesine göndermeye kıyamasalar da, onlar beni vatana hizmet için büyütmüşlerdi. Yola çıktım, bir hevesle, heyecanla gidiyordum.

Sonunda Hatay’a vardık. Yıkılan binaları gördükçe içimiz ürperdi. Çaresizliği ve acizliği iliklerimize kadar hissettik. Çadır kente gelene kadar içimdeki korku geçmedi. Ben bu acıyı görmüş insanlara nasıl merhem olacaktım? Ta ki, çadır kente girip, hiç tanımadığım bir çocuk bana sıkı sıkı sarılana kadar... Onlar bizleri bekliyordu. Bizler birbirimize ezelden aşinaydık. Sırtımızda yazan Kocaeli yazısını gören amcaların ve teyzelerin gözleri parlıyordu. Bir gün, amcalardan biri durdurdu: “Kızım, Kocaeli’nde deprem olduğunda bizler size yardım göndermiştik. Sizleri görene kadar bir daha Hatay hiç ayağa kalkamaz diyordum. Şimdi görüyorum ki sizler ayağa kalkmış, şimdi de bizlere yardım ediyorsunuz. Bizler bir oldukça, hangimiz düşerse diğeri ayağa kaldırır. Bizler çok güzel milletiz.” dedi. Gözleri dolu dolu oldu. Ama bu kırgınlık, umudun vefanın ışığıydı.

“İyi ki geldik buralara” dedim. Artık, benim ikinci memleketim Hatay olmuştu. Kalma sürem bir haftaydı, ama gidemedim. Askerler, halka karışmış; soba etrafında komutanı, çocuğu, öğretmeni, gönüllüsü hep beraber çay içip, dertleşip, gülüp ağlıyorduk. Rütbeler, makamlar son bulmuş, kalpler denk olmuştu. Çevre temizliğini Kandıra yapıyordu. Evet, Kocaeli’nin ilçesi! Her Kandıra çöp arabası geldiğinde, çocuklar gibi koşuyor, amcamı görmüş gibi seviniyordum… Artık herkesle çok samimi olmuştuk. Kısıtlı imkanlarda, çadırda yöresel yemeklerinden yapıp, bizlere tattırmaya çalışıyorlardı. Bir ablamız, kurtardığı çeyizinden bana hediye getirip, ömürlük kardeşlik bağı kuruyordu kalplerimizde.

Gitme vaktimizi bir hafta daha uzatmıştık, ama artık o da sona eriyordu. Ertesi gün, yola çıkma vaktiydi. Uzatmanın imkanlarını arıyorduk. Gün içinde Antakya’dan Reyhanlı’ya yola çıktık. Reyhanlı’yı ziyaret edip geri dönecektik. Yolda giderken, bir anda her şey karardı. Şimşekler çakmaya başladı. Hiç durmadan sallanıyorduk. Evet, tam o an trafik kazası geçirdik. Traktöre çarpmıştık ve yaralıydık. Kafamdan akan kanı hissediyordum ama korkudan acı hissedemiyordum... Sahra hastanelerine getirildik. Çadırın içinde kurulmuş hastanede kafama dikiş atılıyordu. Hayatımın ilk dikişiydi bu. Bir yandan mahcup bir şekilde doktorlara bakmaya çalışıyordum. “Biz buraya Kocaeli’den yardıma geldik. İki haftadır buradayız. Duş olmadığı için saçlarım kirli, kusura bakmayın” diyebildim. Doktor tebessüm etti ve “Ben de İzmir’den geldim, sorun yok seni anlıyorum” dedi. Herkes tek olmuş, yürekler burada çarpıyordu.

Çadır kente geri döndüğümde, yardım için geldiğimiz insanlar bizlere yardım için koşuyordu. Ve buraya ilk geldiğimde koşarak gelip sarılan çocuk, bu sefer gelip yavaşça sarıldı. Moraran yanağımdan, yavaşça öperek, “Canın çok yanmıyor değil mi? Depremde bana da oldu ama sonra geçti. Seninki de geçecek, korkma” dedi. O an aklımdan şu cümle geçti: “Ne oldum değil, ne olacağım diyeceksin.” Babam bizlere hep böyle derdi.

Kaza sebebiyle kalma süremi uzatamayarak, memleketime geri döndüm. Ama aklım ve kalbimde, Selam Camii Çadır Kenti kaldı. Selam olsun sana Hatay, kalbimin bir yarısı artık sende... Selam olsun ülkemin tüm yardımsever insanlarına... Bu okuduğunuz yazıyı geçen sene 6 Şubat'ta yazmıştım. Duygularım hala tazeliğini koruduğu için sizlerle tekrar paylaşmak isterim. Her şubat beni Hatay'a götürür...
Rabbim bir daha böyle acılar göstermesin, birliğimiz bâki kalsın…