VİYANA İZLENİMLERİ (SAVAŞLAR MÜZELERİN İÇİNDE KALMALI)

Gürkan Uysal'ın köşe yazısı

Abone Ol

“Seyahat ya Resulallah” diyerek, iki saat 15 dakikalık uçak yolculuğunun ardından bir mübarek vakitte Viyana’ya vasıl olduk. Uçağımız Viyana semalarında iniş için alçalırken, dikkatimi çeken şey Viyana’nın uçsuz bucaksız bir düzlük olması ve neredeyse hiç tepe olmamasıydı. Ki zaten Avrupa’nın kısmı azami düzlüklerden oluşuyor. Dikkatimi çeken ikinci şey de Viyana’daki o uçsuz bucaksız düzlüğün tarım arazisi olarak ayrılmış olması ve bir de o düzlüğe elektrik üretimi amacıyla “serpiştirilmiş” binlerce rüzgar türbini (rüzgar gülü) oldu. Bütün Avusturya adeta bir rüzgar türbini tarlası gibi. Üstelik mesela bizim ülkemizde rüzgar türbinleri yüksek yerlere kurulurken Avusturya’da düzlüğe kurulmuş olması bir hayli ilgimi çekti.

Havalimanından otele Sırp bir taksici arkadaş bıraktı. Türkiye’den geldiğimi öğrenince baya samimi olduk, İstanbul’a birkaç kez geldiğini ve hayran kaldığını ifade etti. Avusturya ile aramızda normalde bir saat fark var ama biz kış saati uygulamasına geçmediğimiz için kış mevsiminde fark iki saat. Saat 16:00 olduğunda hava kararıyor. O nedenle ilk gün kısa bir dinlenmenin ardından otelden çıkıp karanlıkta 3 saate yakın yürüyüş yaptım.

Yabancı ülkelere gittiğimde, bulunduğum şehri mutlaka sokak sokak yürüyerek tanımaya çalışırım. İhtiyaç duymadıkça pek taşıt kullanmam. Viyana’da da aynı sistem uyguladım ve ikinci gün kahvaltıdan sonra yaklaşık 1 saat yürüyerek Belvedere Sarayı’na geçtim. Bu saray, daha doğrusu müze, tam bir güzel sanatlar müzesi. Yüzlerce ressamın ve heykeltıraşın eserleri sergileniyor burada. İçerde kalabalık oluşmasın diye biletleri belli saat aralıkları için randevu usulü satıyorlar. 39 Euro’ya bilet aldıktan sonra 1,5 saat bekledim ve içeri öyle girdim. Bir Türk olarak sonradan sistemin açığını yani içeri ücretsiz ve beklemesiz girmenin de yolunu buldum ama burada ulu orta yazmayacağım. Merak edenlere özelden anlatırım.

Belvedere Sarayı’ndan çıkışında caddenin hemen karşısındaki binada bir katta Türk bayrağı iki üst katında ise Filistin bayrağı asılıydı. Buranın önce Türk konsolosluğu olduğunu düşündüm ama değilmiş.

Yaklaşık 50 dakikalık bir yürüyüşün ardından St. Stephan Katedrali’ne geçtim. Burası Viyana’nın en yüksek binası ve Viyana düzlüğün ortasında bir şehir olmasına rağmen Belvedere Sarayı başta olmak üzere şehrin her noktasından St. Stephan Katedrali’ni görebiliyorsunuz. Katedralin çan kulesine 360 basamağı tırmanarak çıkabiliyorsunuz ki yaklaşık 5 saatlik kesintisiz yürüyüşün üzerine bir de 360 basamak tırmanmak bir hayli zorlasa da biz de tırmandık. Kulenin tepesinden panoramik olarak Viyana manzarasını izleyebiliyorsunuz.

St. Stephan Katedrali’nin olduğu bölge şehrin tam merkezi. Alışveriş merkezleri ve kafeteryalar bu bölgede. Bölge tıpkı bizim İstiklal Caddesi gibi (veya büyüklük olarak emsal olmasa da İzmit’teki Fethiye Caddesi gibi) taşıt trafiğine kapalı. Şehrin merkezi olduğu için son derece kalabalık ve canlı bir bölge.

“İyi ki Türkiye’de Yaşamıyoruz”

Merkezde biraz daha dolaşıp bizim Türklerin işlettiği bir kebapçıda akşam yemeğimi yedikten sonra otele taksiyle geçtim. Taksiciyle İngilizce konuşarak anlaştık. Ta ki kırmızı ışığa takıldığı için kendi kendine yaptığı el hareketinden Türk olduğunu anlayana kadar… Çünkü Avrupalılar kırmızı ışığa kalmayı, kırmızı ışıkta beklemeyi asla umursamazlar. Taksiciye doğrudan doğruya Türkçe nereli olduğunu sordum. Önce şaşırdı, sonra güldü. Otele kadar Türkçe sohbete devam ettik.

Taksici abimiz Kırşehirliymiş ve 40 yıldır Viyana’da yaşıyormuş. Havadan sudan konuştuktan sonra memleket hakkında konuştuk. Taksici abimizin şu sözleri gerçekten dokunaklıydı; “Ben Türkiye’ye mümkün mertebe her sene gitmeye çalışırım. 40 yıldır rüyalarımda bile hep Türkiye’yi görüyorum. Rüyalarım bile Türkiye’de geçiyor. Ülkemi kötülemek istemiyorum ama maalesef kötü! Bu sözü söylemek zoruma gidiyor ama özellikle şu günlerde ve hayatımda ilk defa iyi ki Türkiye’de yaşamıyoruz diyorum!”

Üçüncü günün sabahında otelin lobisinde otururken karşımdaki adamın telefonda Türkçe konuşması üzerine selam verdim, sohbet etmeye başladık. Türkiye’den bir iş adamı, neredeyse ayda bir Viyana’ya gelip satış yaparmış. Biraz sohbet ettikten sonra ortağı da yanımızda geldi, bana dönüp “Haydi gel bize katıl, birlikte kahvaltı yaparız” dediler. Hep birlikte bir Türk restoranına geçip güzel bir Türk kahvaltısı yaptık. Restoranın diğer müşterileri de yine Türklerdi. Bizim Türklerle kahvaltı yapıp bir süre daha sohbet ettikten sonra onlardan ayrılıp Askeri Savaş Müzesi’ne doğru yol aldım.

"Kriege gehören ins Museum" (Savaşlar müzelerin içinde kalmalı)

Viyana Askeri Tarih Müzesi, girişinde sizi efsane bir yazıyla karşılar ve bence bir müzenin girişinde karşılaşabileceğiniz en anlamlı yazı, Viyana Askeri Tarih Müzesi'nin girişinde yazan "Kriege gehören ins Museum" yani "Savaşlar müzelerin içinde kalmalı" yazısıdır.

Bu müzede, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun katıldığı savaşlardan kalan silahlar, cephaneler, komutanlara ait özel eşyaların yanı sıra Türk tarihi için son derece önemli olan II. Viyana Kuşatması’nda ele geçirdikleri Türk Bayrağı, börkler, silahlar, zırhlar ve çadırdır. Özellikle Türk bayrağı, tıpkı bugünkü gibi kırmızı zemin üzerine beyaz hilal ve beş köşeli yıldızdan oluşmaktadır.

Viyana Askeri Tarih Müzesi, biz Türkler için burukluk meydana getirecek bir takım eşyaları taşısa da müzenin girişindeki yazı bu burukluğu bir nebze de olsa hafifletiyor.

Bu kültürel ziyaretlerin yanı sıra yerel halktan kişilerle de iletişim ve dostluk kurduk. Birlikte güldük, eğlendik ve yeri geldi hüzünlendik.

Viyana, Orta Avrupa’dan Batı Avrupa’ya açılan bir kapı. Tarihte jeopolitik önemini daima korumasının yanı sıra Avusturya – Macaristan İmparatorluğu gibi büyük bir imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir. Tarihi dokusuyla, kültürel ve sanatsal özellikleriyle, gündelik yaşama dair güzellikleriyle artık “kapılarına dayanılacak” değil ama mutlaka görülmesi gereken bir şehir.

Bu kadar güzel bir şehirden ayrılırken bir yandan ayrılığın inkisarı, diğer yandan sanki Merzifonlu’nun ordusu gözlerimizin önünde bozguna uğramış hissiyatı ile dilimizde aşağıdaki mısralarla İstanbul’a döndük;

“Aziz-i vakt idik a’dâ zelil kıldı bizi,

Esir-i bend-i belâ vü sefil kıldı bizi;

Bi-gayri hakkın atıp habse bir nice eyyâm,

Mudîk-i ye’s ü sitemde alîl kıldı bizi.”